Benim Çikolata Çocuklarım

Dünyanın dört bir yanından gelen yetimlerle yaklaşık bir haftayı birlikte geçirdim. Program bittikten hemen sonra görev alan tüm ablalar olarak toplanıp çay içtik. Amacımız herkes evine dönmeden son kez birlikte vakit geçirmekti aslında ama o masaya oturduğumuzda gördük ki hepimizin aklında aynı şey: “Bir şeyler yapmak!” . Yetimhane, camii, okul, yardım, Kırgızistan’da, Arnavutluk’ta, o ya da bu, orada ya da şurada, ne olursa… Yeter ki birileri için en çok da onlar için bir şey, herhangi bir şey yapmak. İşin aslı dünyanın en olağan tepkisiydi bizimki. Ben inanıyorum ki kimi getirip aynı haftayı yaşatsanız duyguları ve düşünceleri bizimkiler gibi olurdu. Artık boş duramazdık. Kim olsa duramazdı. Çünkü gözlerimiz, kalbimiz, tüm duyularımız ve hislerimiz açılmıştı. Nasibimizede Bangladeş’te elli kardeşimizin barınacağı bir yetimhane düştü.

Çok canlı olarak her anı hatırlıyorum sanki üzerinden epey zaman geçmesine karşın ama hayatım boyunca unutmayacağım birkaç anı anlatmayı deneyeceğim şimdi. Benim grubum Sierra Leone’den geliyordu. Üç tane çikolata gibi çocuktan sorumluydum. Denilson, Amnata ve Adama. Adama sekiz, diğerleri on iki yaşlarındaydı. Diğerlerinden daha çok Adama ile igileniyordum çünkü öyle minikti ki her anında yanında ve yardımcı olmak gerekiyordu. İlk gün, ikinci gün derken hepsiyle yakın olmuştuk. Denilson ile ingilizcesi daha iyi olması sebebiyle fazlaca sohbet ediyorduk ve anlattığı neredeyse her olayda babasının ölümü milat gibiydi onun için. Her olaya “Ama babam ölmeden önce..”, “Babamdan sonra…”, “Babam olsa…” gibi cümleler ekliyordu. Son günlerden birinde akşam yemeği yiyorduk dördümüz bir masada ve ilk defa hepsi birden bana babalarından bahsettiler. Nasıl kaybettiklerini ve biraz da ne kadar özlediklerini anlattılar. Onlara baktığınızda “İşte bu yetim!” demiyorsunuz. Hepsi diğer çocuklar gibi görünüyor. Mutlu neşeli ve fazla düşünmeden haraket eden çocuklar gibi… Ama oturup konuştuğunuzda bambaşka bir dünyada yaşadıklarını ve her an bu yükü unutmadan taşıdıklarını görüyorsunuz.

Orada yediğimiz akşam yemeğinden sonra otele dönmek için otobüse binmiştik, son günler olduğundan birbirlerine alışmışlardı ve artık bizden de çekinmedikleri için epey hareketlenmişlerdi. Durdurmak mümkün değildi diyebilirim. Ben yorgunluktan ölürken o üçü sohbet ediyor, kesinlikle oturmuyor ve eğleniyorlardı. Bir ara çok fazla “Papa” kelimesi geçti ve ben de “Papa, baba demek mi?” diye sordum onlarda “Evet” dediler. Neyden bahsettiklerini bilmiyorum ama Adama o hareketli halinden bir anda vazgeçti ve sakince durmaya başladı. Ben de “Ne düşünüyorsun Adama?” dedim gülerek, “Babamı…” dedi. O an… O minikten duymayı bekleyeceğiniz son şeydir belki bu. Çünkü az evvel çocuklar gibi eğlenirken bir anda kocaman adamlar gibi düşünmeye başlamıştı. Onlarlayken içinizden hep “Belki unutmuşlardır, belki geçmiştir acıları” diye umut ediyorsunuz ister istemez. Çocuk oldukları için aldırmamalarının mümkün olduğuna inandırmaya çalışıyorsunuz kendinizi. Ama değil. Hepsinin babalarından bahsetmesi aklıma kazınan sahnelerden biri çünkü dinlerken bile güçlük çekerken, onların yaşadıklarını bilmek boğazınızı düğümlüyor.

Hep beraber olduğumuz için diğer ülkelerden gelen çocuklarla da yakınlaşmıştık. Irak grubundan Ahmet vardı. Kayseri gezisinde Furkan Doğan’ın kabrini ziyaret ettikten sonra namazları kılmış, çay içiyorduk. Bana gelip Furkan’ı tanıdığını söyledi gemide görmüş fotoğrafını. Biraz ondan ve Mavi Marmara’dan bahsettikten sonra konu namaza geldi. Ahmet büyük bir insan gibiydi yani onunla sohbet ederken bir çocukla konuşuyor gibi değildiniz. Müslümanların namaz kılmamasının ne kadar kötü olduğunu ve namazın ne kadar güzel olduğunu anlattı bana sonra biraz da namaz kılmayan müslümanları ezdik birlikte, “Yazık…” dedik. Muhabbet çayla beraber öyle güzel gitti ki hiç unutamam dediğim canlı canlı hatılarladığım anlar arasına girdi. Ordan çıktıntan sonra bir sonraki durağımıza gitmek üzere otobüse biniyorduk. Arkaya doğru ilerlerken Kırgızistan grubundan küçük kızımız Sezim beni durdurdu ve “Şeyma eje,” dedi “Meni unutma.”. Eje abla demek onların dilinde, dilleri bizimkiyle benzediği için mi anladım ne dediğini yoksa birinden mi öğrenip söyledi bilmiyorum ama tam olarak böyle dedi. Sezim daha sessiz bir çocuktu ve öyle beklenmedik bir anda söyledi ki bunu ne diyeceğimi, ne hissedeceğimi şaşırdım. Unutmadım Sezim’i. Öyle demese de unutamazdım. Bir tek Sezim değil hepsi unutulmaktan korkuyordu sanki.  Son gece Arnavutluk’tan Adele de bize bir kağıt verdi onu hatırlayalım diye. Öyle çok ağladı ki ertesi sabah ayrılacağımız için bir anda hepimizi ağlattı. Ne ingilizce biliyordu ne de Türkçe. Biz de onun dilini bilmiyorduk ama sevmiştik işte birbirimizi. Hem de çok. Defterinden yapraklar koparıp “I LOVE YOU” yazdı kağıtların ortasına ve kocaman bir de kalp çizip ismini yazdı. Teker teker verdi bize. Bu anlattıklarımı yaparken ağlıyordu, biz de ağlıyorduk. I love you. Sevgisini bize anlatabilecek, ortak bildiğimiz tek kelimelerdi bunlar. O üç kelime hiç olmadığı kadar değerli oldu o an hepmiz için. Onları çok sevmek için anlaşmaya ya da konuşmaya gerek olmadığını gördüm o kağıtta.

Son olarak Filistin’li Melek’in babasına yazdığı şiiri anlatmak istiyorum. İlk gün okumuştu, prova olarak. Ben arapça bilmiyorum. O an, o odada kaç kişi arapça biliyordu onu da bilmiyorum. Ama sanıyorum ki hiçbirimiz gözyaşlarımızı tutamadık. Dilini bilmeye gerek yoktu çünkü Melek’i anlamak için. Öyle okuyordu ki hepmizin kanını dondurmuştu sanki, geriye söylenecek söz bırakmamıştı.  Hepsini çokça sevdim ama bir Melek’i bir de Pakistan grubundan Arslan’ı bir gün tüm dünyayla birlikte hepiniz tanıyacaksınız diye düşünüyorum. Ben de bu yazıyı gösterip, “Ben demiştim!” diyeceğim.

Anlatacak çok şey var. Anlatmakla bitmez, anlatmakla olmaz. Ama anlaşılması gereken bir gerçek varmış; yetimin zengini olmaz, yetimin fakiri olmaz, Türk’ü, Afrikalı’sı, Amerikalı’sı hatta zorlayayım İsrailli’si bile olmaz, mutlusu, mutsuzu da olmaz. Yetim yetimdir. Hepsi başının okşanmasına muhtaçtır. Bu yazıyı sonuna kadar okumaya sabreden herkesi dünyadaki yetimlere destek olmak için ellerinden gelen her şeyi yapmaya davet ediyorum. Hepsinin başını okşamak bizim görevimizdir. Allah ellerimizi o başları okşamaya layık etsin inşallah.

Sierra Leone’lu Yetimlerimizin Ablası

Yorum bırakın